top of page
Mehmet Neşet Turgut

Die Wand "Duvar"

I


Avusturyalı yönetmen Julian Roman Pölsler’in yazar Marlen Haushofer’e ait aynı adlı romanından uyarladığı 2012 yapımı Duvar filminde, edebiyatın kendine has yazın dilinin sinemanın alegorik görsel diliyle harmanlanarak bize yeniden sunulduğunu görüyoruz. Sinemaya zaman Geçirme aracı olmanın ötesinde sanatsal bir anlam yükleyen herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film Duvar.

İmgelerle ilerleyen ve insan eliyle henüz bozulmamış bir tabiatın kucağında geçen film; nasıl ve ne amaçla orada olduğunu tam olarak keşfedemediğimiz bir kadının (Martine Gedeck) bakış açısından aktarılıyor. Kadına; can dostu, hayat enerjisi yüksek bir köpek, kadının doğurganlığını ve üretkenliğini temsil eden Bella adında bir inek, soğukkanlı bir-iki kedi, dışlanmış albino bir karga eşlik ederken, izleyiciden, insanoğluna hazır sunulan hayatı ve dayatılan öğretileri sorgulaması isteniyor film boyunca.


II


Filmin ilk sahnesi, şehirli bir kadın olan Frau’nun günlüğüne yazdığı son satırlarıyla açılıyor. Bizlere hikâyesinin nasıl başladığını anlatıyor kendi sözcükleriyle. Frau’nun birlikte yolculuk yaptığı yaşlı karı kocanın kullandığı kırmızı spor arabanın nereden geldiğini tahmin etmek kolay ancak bu yolculuğa niçin çıkıldığını öğrenmemiz zor. Frau, arka koltukta Luchs adında bir köpekle oturuyor tüm yolculuk boyunca. Doğanın insan ve hayvan olarak ayırdığı bu iki canlının bir arabanın arka koltuğunda yan yana oturması, birbirine eş statüde aynı hayat yolculuğuna çıkartıldıklarını söylüyor bize. Bir kadın ve ona sadık bir köpek, birkaç saniyeliğine de olsa birbirlerine aynı göz mesafesinde eşitleniyor. Bir dağ kulübesinde son bulan bu yolculuğunun ardından, Kadın ve köpeğin hayatının bir anda nasıl altüst olduğunu ve Bu yeni durumu nasıl içselleştirdiklerini izlemeye başlıyoruz.


Köpek ve kadının hiç beklenmedik anda yalnız kalışlarının ve topuklu ayakkabıları ile taşlı yolları geçerek kasabaya varmaya çalışan karakterimizin şeffaf bir duvara toslamasının ardından asıl hikâye başlıyor işte! Bu andan itibaren hikâyenin seyri değişiyor; doğanın içinde geçen, ama aslında hiç de doğal olmayan bir anlatımla karşı karşıya kalıyoruz ki; artık izleyici olarak bize düşen, gösterilen her bir görüntünün ardındaki anlamı yakalamak ve karakterlerimiz ile bağlantılı olacak şekilde yorumlamak oluyor. Yalnızlık, doğa, sakinlik, duvarlar, yükler, sorumluluklar, iletişim ve iletişimsizlik… Bütün bunlar film boyunca Frau’nun zihinsel yolculuğunun parçaları olarak bize hissettirilirken, aslında çevresi ile karmaşık bir ontolojik bağ oluşturan insanın tabiattaki yerini ve görevini de sorgulatıyor.


Film boyunca zaman zaman hikâye akışında bazen de Frau’nun rüyalarında karşımıza çıkan şeffaf “duvar”, kahramanımızın -bilinçli veya bilinçsiz- insanlarla arasında ördüğü kavramsal bir duvardır aslında. Ne zaman bir başka insan öğesi ile karşılaşsa kahramanımız, ortaya çıkan duvarın tek amacı, Frau’nun içsel yolculuğunda onun kendini tanıması için yine kendi ile baş başa kalmasını sağlamak. Ve bu iç yolculuğun sonuna yaklaşırken, dağ kulübesinde geçirdiği uzun zamanın ardından; hayatın, kendisinin, var oluşunun, ölümün bile anlamını idrak etmiş, her bakımdan değişmiş, üretken, doğa ile iletişim kurabilen ve onunla iç içe yaşamayı başarmış, gerektiğinde öldürmeyi bir yaşam gayesi içerisinde doğal bulan bir kadına dönüşüyor Frau. Hikâyenin akışı içerisinde kahramanımızı neden kurtarmaya gelmiyor hiç kimse diye düşünebilirsiniz. Frau, aslında Oraya gelmeden önce yaşamamış, var olmamış bir karakter. Ve her yaratılmış insan gibi varoluş nedenini, yalnızlığının anlamını da sorguluyor. Bize başkaları tarafından bulunmayı istediğini söylese de filmdeki görüntülerin dili, aslında orada yaşamaya ne kadar çabaladığını da gösteriyor.


IV

Filmde özellikle bazı hayvanların aniden karşımıza çıkarak hikâyeye dâhil olmaları da bizi düşündürmeli. Zira sinemanın dilinde kullanılan her görüntünün imgesel bir anlamı vardır. Bir kedi de sadece bir kedi demek değildir o halde. Duvar filminde yer alan her bir hayvan, bir kavramı ya da düşünceyi temsil amacıyla karşımızdadır. Örneğin kedi, bazı toplumların geçmişe dönük iyi ve kötü algısının somutlaşmış şeklidir. Tarih sürecinde insanların bir kısmı kediye taparken bir kısmı da onu uğursuz sayarak katletmiş, diri diri yakmıştır; tıpkı tarihin karanlık sayfalarında kadının cadı olarak damgalanarak yakılması gibi. Bazı toplumlarda ise kedi aşk, musiki ve güzellik tanrılarını temsil eden bir figür olarak algılanmıştır; yine tıpkı kadının da çağrıştırdığı diğer yan anlamların da tanrıça olarak algılanıp ona tapılışı gibi. Bu da filmde, kadına tek bir toplumsal açıdan bakılmadığının, tarih boyunca kadına yüklenen tüm anlamların filmin içine serpiştirildiğinin ipuçlarını veriyor. Filmde karşımıza çıkan diğer tüm figürleri de bu şekilde alegorik anlamlarıyla yorumlamamız gerekiyor. Hatta filmde evcil hayvanlardan bir kısmı anlamakta zorlandığımız şekilde doğurganlıklarını sürdürüyorlar. Tıpkı Meryem Ana mitinde olduğu gibi kutsal birer anneye dönüşüyorlar. İzleyici, film boyunca yönetmenin kurgunun içine serpiştirdiği bu ipuçlarını, bir nevi yaşamsal izleri takip ederek hayatın gizini de çözmeye çalışmalıdır:


“Var olduğum sürece aç ve özlem dolu bir biçimde izimi takip edeceksin.

Tıpkı benim görünmeyen izleri aç ve özlem dolu biçimde aradığım gibi...”


V


Sıçramalı kurgu yöntemiyle ve zamansal sıçramalarla dağınık parçaları birleştirerek ilerleyebildiğimiz filmde, izleyiciden Frau’nun hayat algısında, yaşam şeklinde ve karakterinde yaşadığı dönüşümü anlaması bekleniyor.


Ormanda geçirdiği zaman boyunca Frau’nun şahsında; kendisine merhamet duygusu bahşedilmiş tek canlı olan insanoğlunun yüzleştiği doğru yanlış karşısında karar verme ikilemini ve zorluğunu da görebiliyoruz filmin birçok sahnesinde. Aynı zamanda insanın ne kadar değişirse değişsin insan olarak düşünüp karar verme yetisini kaybedemeyeceğini de açıkça gösteriyor film bize. Yine doğal ortama uyum sağlayamayanın, çoğunluğun arasında farklı kalmaya devam edenin hayatta kalamayacağı savı beyaz bir kedi ve karganın görüntüsü üzerinden yüzümüze vuruluyor.


Filmde Frau’nun iki buçuk yılının geçtiğini anlıyoruz şeffaf duvarlarla çevrelenmiş mekânın içinde. Ama günlüğe yazılanlardan beş yıllık kurşununun olduğunu öğrendiğimizde, orada geçirilen sürenin de beş yılla sınırlı olduğu sonucuna varırız. Bu süre içinde kendine yeten keskin bir avcıya, toplayıcıya ve üreticiye dönüşmüş bir kadının, fiziksel olarak gittikçe sağlamlaşmasını ve içsel yolculuğunu tamamlayışını anlatan Duvar, henüz kadın hareketinin adının bile anılmadığı bir dönemde yazılmış, değeri sonradan anlaşılmış ve sinemaya aktarılmış önemli bir eser. Kadına yüklenen onca anlam ve sorumluluk Frau’nun üzerinden verilirken (aslında bir adı da yoktur kadın kahramanımızın; “Frau” zaten Almancada “kadın” anlamına geliyor; bir nevi “Havva” dan bu yana bütün kadınlardır burada “Frau” diye kastedilen.); toplumun kendisine biçtiği rolü kanıksamış bir cinsiyetin, hem zincirlerini kırarak aydınlanması ve hayatını yeniden inşa edişi hem de kendini dış dünyadan soyutlayarak iç dünyasını özenle koruduğu bir alan oluşturması, -yazarın eseri hakkında bizzat kendi benzetmesi ile söyleyecek olursak herkesin hoşuna gitmeyecek bir kedi hikâyesi olarak sunuluyor izleyiciye.


VI


Filmde Frau’nun “Kendi alınyazısıyla benden daha onurlu biçimde başa çıkan, sabırlı, zavallı bir kız kardeş” diye adlandırdığı Bella’nın(Güzel Kadın), hikâyenin sonuna kadar gelmesini beklediğimiz bir başka karakter (bir erkek) tarafından nedenini bilmediğimiz bir şekilde aniden öldürülmesi sonucunda yaşadığımız şok ve hemen arkasından gelen ikinci cinayetin yarattığı öç alma dürtüsü, izleyiciyi sarsıyor. Bu sahne; insanın onca yalıtılmışlığın içinde dahi koruma içgüdüsü ve sorumluluk bilinci ile duygusal bağlar kurduğu canlıları korumak adına ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor bize. Yıllara mal olmuş bir hayat, ne kadar kısa bir süre içinde yok edilebiliyor.


Doğa ile bütünlemiş, üretken ve bereketli bir kadına dönüşmüş olan Havva’nın, Adem’in ortaya çıkışıyla işlediği cinayet, tüm öğretilerimizi altüst ederken, bu ezoterik hikayede bir seyirci olarak son görevimiz; sosyal bir varlık olan insanın son buluşunu, kağıdı, kalemi ve yazıyı kullanmayı bırakıp Frau’nun evcilleştirmek üzere olduğu albino karganın onu beklediğine inanmak. Çünkü kendi hikâyesinde hala Frau, samanları biçiyor, kışlık odunlarını depoluyor, avlanıyor, patates topluyor, evcilleştiriyor ve haziranda çiçek açan orman güllerinin arasından tüm sınırlarını ve sınırları içindeki tabii yaşamını keşfederek yaşıyor.

10 görüntüleme0 yorum

Commenti


bottom of page