top of page

Meryem Annemizin Orduları

Grande Rue de Pera’ya bağlanan dar sokaklardan birinde elinde çalı süpürgesiyle dolanan Harputlu için gün, her zamanki kadar sıradandı. Zaten başladığı günden tek beklentisi pahada ağır bir eşyaya rast gelmek olabilirdi. Kayıp bir cüzdan, zom olmuş bir züppenin düşürdüğü kravat iğnesi ya da çakırkeyif bir madamın düşürdüğü küpe gününü gün etmeye yeterdi. Hem son günlerde havaların iyi gidişi caddeyi iyiden iyiye coşturmuştu. Harputlu’nun şivesi ile “cin çali, cingan oyni” denilecek günlerdi. Kalabalıklar kâh revü kızlarını, kah Fransız sirklerinden gelip ucuz gösterilerle parsayı toplayan akrobatları, kah “Avrupa’nın Primadonnası” diye pazarlanan bed sesli kokanaların konserlerini dinlemek için gece kulüplerini, meyhaneleri, lokantaları lebalep dolduruyordu. Bu, bekâr odalarında kalan temizlik işçileri, sokak satıcıları gibi her türden garip gureba için bir nevi hasat zamanı demekti. Söylentiler kulaktan kulağa yayılır, herkesin iştahını kabartırdı;


-Duydunuz mu 50 numaradaki beyaz tenli madama Adanalı Nevzat’ı odasına çekmiş, hem de ‘bu gece bendensin sevdim seni’ diyesiymiş.

-Aman sen de tevatürdür onlar, asıl hulleci Arab’ı duydun mu sen? Bristol’ün önünde na böyle yumruğum kadar cevherli bir kordon bulmuş. Ondan göze görünmüyor herifçioğlu. Mordehay çıfıtına gitmiş de, kordona karşılık bir çanta dolusu para vermiş uğursuza.


Arkalardan ihtiyar bir hamal muhakkak söze karışır;


-Bu dedikleriniz gazoz ağacı, o da burada yetişmez; hulleci verem olmuş, sanatoryuma yatırmışlar garibi, gibilerinden bu heyecanlı muhavereye turp suyu sıkardı. Herkes bir diğerinin anlattığı hikâyenin palavra olduğunu bilir, ancak kendi palavrasına hayret edilmesi şartıyla sessiz kalırdı. Ümit fakirin ekmeği derler, bu garipler de anlatıldığı gibi taşlı bir saat, paha biçilmez bir küpe yahut en azından mihrap yerinde denilecek tarzda bir dilberle bir gece saadetine erişmek için gözleriyle kaldırımları tarar dururlardı.


Harputlu da böyle bir mıntıka teftişi içinde iken, altın sarısı bir plakadan yansıyan ışık gözüne çarptı. Işığa doğru yürüdü. Yola rastgele atılmış sandalyelerin arasından gelen bu ışıltıyla heyecana kapıldı. Plakayı kendine doğru çekti; milim kıpırdamıyordu. Bir daha yüklendi ise de yerinden oynatamadı Tam ganimetine kavuşacakken çekiştirdiği plakanın altındaki yığına dikkat kesildi, bu altın plaka yerde yatmakta olan bir ihtiyar tarafından sımsıkı sarılmıştı. Günün ilk ışıkları gözünü aldığından bu herifi görmemiş yalnız plakanın ışıltısına doğru seğirtmişti. Adamla karşılaşmanın verdiği paniği atlatınca, bu hırpani ihtiyarı uyandırmak için dürtüklemeye başladı.


-Devrün döne! Gah dayı gah ne yatisin. Yerde yatan ihtiyarın çelimsiz vücudu bu dürtüklemelerle sarsıldı, adamın yüzü sandalyelerin yarattığı bir boşluktan sızmakta olan ışık huzmesinin altına geldiğinde, Harputlu korku içinde sıçradı.


-Vış! Bu herif ölü…


Hakikaten Harputlu’nun bulduğu; hırpanî bir ihtiyarın cesedi idi, sabah dizilmek üzere duvara yığılmış sandalyelerin arasına düşmüştü. Cesedin kolları kasılmış, plakayı sımsıkı sarmıştı. Harputlu ilk heyecanı atlatıp, adamı incelemeye başladı; sırtında yıpranmış bir askeri kaput, kaputun üzerinde rengi solmuş dördüncü dereceden bir Aziz Vladimir nişanı vardı -elbette Harputlu için bu nişan yalnız bir paşa pırpırı idi- adamın tabanı açılmış çizmelerinin üzerinde mora dönmüş lacivert bir pantolon bulunuyordu.


Harputlu baktı ki plakayı cesetten koparması mümkün değil, “Allahım sen affet.” diyerek süpürgesini adamın kollarıyla plaka arasına sokup ayaklarıyla iterek kolları gevşetmeyi başardı. Küçükken öğrendiği Tekâsür suresini okuya okuya plakayı cesetten ayırdı, adamın göğsündeki nişanı bir hamlede söktü, nebbaşlık yaptığı cesede hızlıca bir elham okuyup süpürgesini kenara bırakarak bir başka ara sokağa saptı.


Harputlu kıymetli bir nesneye sahip olmanın verdiği hazla, bir naaşı soymanın verdiği dehşeti bir arada yaşıyor, “vıh vuy aman” diye diye Tarlabaşı’na doğru topuk vuruyordu. Kendisini uzaktan seyreden biri pekâlâ kovalanıyor zannedebilirdi. Ara ara durup arkasına bakıyor, ardından tekrar “vuh, aman” diyerek koşmaya devam ediyordu. Nereye gidiyordu? En iyisi bir müddet Pera’dan uzaklaşmaktı. Olur ya belki adamın bir akrabası kendisini bulurdu. “Gel bakalım Harputlu, sen ne yaptın benim emmime” derlerse ne cevap verirdi? Bu düşünceyle rotayı değiştirip Karaköy sahile vardı. Vapur iskelesinde soluklanırken kafasında binbir tilki dönüyordu. Ganimet bulmak böyle bir şey olmamalıydı. En azından bekâr odasındaki hırtçıların anlattığı hikâyelerde böyle olmuyordu, “piristol” önündeki kordon, Laz Tevfik’in bulduğu inci kolye kimseye ait değildi, sahibi olmayan böyle eşyaları alıp bozdurmakta ne beis olabilir, elbette onlar almasa başkası alırdı. Ama Harputlu’ya böyle hazırlopçuluk imkânı doğmamıştı, o ganimetini vefat etmiş bir ihtiyarın göğsünden kanırta kanırta sökmüştü. Böyle düşünürken günün ilk vapurlarından biri iskeleye aborda etti. Harputlu bir kâbustan uyanır gibi sıçradı, ganimetlerini paltosunun içine tıkıştırdı, vapurdan inen kalabalığa ters yönde dalarak, etraftakilerin “yavaş be adam”, “ne aceleniz var canım”, “efendi, başka İstanbul yok”, “hamal makulesi işte naparsın” şeklindeki kınamaları arasında vapura çıktı. Beş dakika içinde vapur sabahçılarla, Anadolu yakasında işi olanlarla, bira kasalarıyla, gazete balyaları ile lebalep doldu. Şirket-i Hayriye yadigârı, önce biraz sallandı, ardından ortalığı dumana boğarak Sarayburnu tarafına doğru yol almaya başladı.


Ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfa haberleri arasında Beyoğlu’nda bulunan ceset de vardı. Kendisine muhtelif gazetelerde birkaç sütun ayrılan bu ceset, işbu sütunlarda yazılanlara göre mütareke yıllarında Vrangel ile İstanbul’a gelen Rus asilzadelerinden; Beyaz Ruslardan biriydi. Kimlik teşhisinin yapılması için kendisini tanıyacağı düşünülen ihtiyar konteslerden biri davet edilmişti. Gazeteler hadiseyi sathî bilgilerle geçedursun, Beyoğlu’nun dedikodu piyasası bire bin katarak asilzadenin hikâyesini tefrika etmeye başlamıştı. Tefrikanın başmuharriri bir ara Rejans’ta çalışan Hranuş Dudu idi. Hacopulo Pasajı’nda ahretliği Peruz’la karşılaşmış, mevtanın dedikodusunu yapacağım diye zavallı Peruz Hanım’ı yarım saat ağaç etmişti.


Peruz Hanım’ın geveze Hranuş sayesinde azan varislerinden fırsat buldukça dinlediği hikâyeye göre cesedi bulunan zat çok muhterem bir Rus beyefendisi imiş, Sivastopol’a kadar Çar Hazretleri’nin ordusunda velinimetinin ve sarayın haklarını müdafaa ile meşgul olmuş. Hranuş hanım o yıllarda bir melek-sima peri kızı gibiymiş, Kontes’in işlettiği deniz hamamında bu beyefendi ile tanışmış. Yaşı geçkince, ama sırım gibi bir Rus albayıymış adam, asıl adı Alekzandr ise de Rus âdetince kendisini Saşa diye çağırırlarmış. Zamanla bir kontesin hizmetine girmiş, hatta bu kadına aşk derecesinde bağlıymış, kontes burada sefilâne bir hayata dalıp iflas edince, “Le Grand Cercle Moscovite”de akordeon çalmaktan, “Petrograd”da garsonluğa türlü işlere girmiş. Zamanla yaş kemale ermiş, ne var ki maşuku kontesin “beyza hanım”a düşkünlüğü nedeni ile kefen parasından başka bir kuruş biriktirememiş. Nihayet kontes Mazhar Osmanlık olmuş, adamcağız bu defa tek kalmış. E gururlu adam, kimseye de el açmayacak ya, St. Vladimir nişanı ile Azize Meryem ikonu hariç ne var ne yok elden çıkarmış. En nihayet ağlaya ağlaya Meryem annemizin ikonunu da satmaya karar vermiş, utancından kimse görmesin diye sabaha karşı yola çıkmış, zavallının kalbi bu hale dayanmamış, bir sokak arasında devrilmiş.


Hranuş, tüm bu hikâyeyi tafsilatı ile anlatırken Peruz’un dikkatinin dağıldığını fark etti. Hemen mevzuu kolay yerinden kendine getirdi.


-Zo, ne vardı kontestir nedir o kokanada, belkinim de mefat olmuştur, ah ben de az koket değil idim, bana varsaydı, ne bakardım ona. Neyse, asvaz hokin lusavore!


Beyoğlu’nun fukara takımına gelince, onlar bir daha Harputlu’yu görmediler. İhtiyar albayın son pırtılarını toplayanlar da ne ikonu ne nişanı bulabildi. Bir sene sonra bekâr odalarında bir sohbet dönüyordu, konu Harputlu’ya geldi.


-Ulan bir Harputlu teres vardı, acaba nerededir nâbekâr!

-Ah be gardaşlık duymadın mi, almiş yürümiş, virangi yerden bulmuş bir altın leva, bozdurmiş, meger uu ne eskimış, ne eskimış, te ben diyım İsçender Paşa’dan kalma, şimdi Kadıköy’de kulüp işletiymış.

-Yapma be hergeleye bak sen!

-Yere bakan yürek yakan cinsindenmiş

-Biraz ufak at da civcivler yesin be Yakovalı

-Ama ağa adamdı canım yahışır.


Yakovalı’nın hikâyesine itiraz ve kabul seslerinin arasından bitirimlerden biri sıyrıldı.


-Yok anam babam yok, başı doğru da sonu öyle değil, diye başladı anlatmaya.

-Üsküdar sahilinde bir hemşehrisini bulmuş, ona elindeki malzemeyi göstermiş. Adam gariban bir hamal, gözleri parlamış, Harputlu’yu alıp Üsküdarlı bir antikacıya götürmüş. Antikacı kurnaz adam, başta bu replikadır para etmez diye nazlandı ise de fırsatı tepmek istememiş, Harputlu’nun haline de acımış iyi bir para teklif etmiş. İyi dediysek, aldığı fiyatın yüz katına satılacağını bildiğinden… Harputlu avantayı cebe indirince önce hemşehrisiyle nereden bulduysa bir âlem evine düşmüş. Hazıra dağ dayanmaz, piyizine levan yetmemiş, bir ay içinde de tığ u teber şah-ı merdan kalmış. E garibim elifi görse mertek zanneder, zannetmiş ki anlı şanlı paşalardan birini soydum, Beyoğlu’na da gelemez olmuş. Nihayet umumi helâ bekçiliğine kadar düşmüş, ha bir de sık sık saralanıyor, gündüz vakti sayıklıyormuş.

-O da nesi?

-Yahu deli olmak kolay zırva bulmak zor. Tövbe hâşâ arkasında bir ordu dolanıyormuş, ellerinde ıstavrozlar, ortalarında Meryem valde. Bunu görünce başlıyormuş koşmaya.

- Amma attın be Tatavlalı, menkıbe mi bu?

-Sana yalan bana gerçek aslanım, ister inan ister inanma!

35 görüntüleme0 yorum
bottom of page