“Sanat, doğası gereği bir bilim değildir. Bilim de doğası gereği sanat değildir.” Carl Gustav Jung
Türk toplumunun geleneksel ve yerine göre –estetik- ifade biçimi olan şiirin kendi özvarlığını inşasında birçok etmen mevcuttur. Dil, bu etmenlerin başında gelir. Diğer etmenleri kolaylıkla tahmin edebilirsiniz: Kültür yahut kültür aktarımı, toplumsal tecrübe, edebi derinlik, estetik kaygılar ve diğer mücerret gibi görünen fakat tecrübeye dayanan olgular, iktisadi bunalımlar gibi… Kolektif bilincimizin ürünü olan şiir, günümüzde bahse konu etmenlerin giderek çeşitlenmesinden ve bollaşmasından nasibini almış gibi görünüyor. Cahit Sıtkı, “yeni sanat diye bir şey bilmiyorum” diyerek kendi devrindeki sembolistlere, sürrealistlere meydan okumuştu. Şair şimdi aramızda yaşasa aynı savı taşır mıydı, bilemiyorum. Şiiri var eden etmenlerden bahsetmiyorum elbette. Edebi akımların, görüş farklılıklarının, fenomenoloji kapsamı dışında kalan belediye şairlerinin şiir üzerinde ontolojik hiçbir etkisinin olduğunu savunmuyorum. Derdimiz, Türk şiirinin, şiir sathının dışına çıkarılmadan hak ettiği alakayı ve hürmeti niçin göremediğini saptamak. Şiirin kişiliğinden ziyade şairin kişiliğiyle meşgul olmak mı elzemdir, yoksa şiiri menfaatler panayırından kurtarıp varlığının gerektirdiği hazzın peşinden koşmak mı? Mühim olan bu tercihler silsilesinde –benlikten kopmadan- Türkçenin engin deryasında mütevazi bir kayıkla yol almaktır.
Hegel, şiiri “içsel olanı içsel olarak kavrayan” bir sanat icrası olarak tarif etmişti. Elbette Hegel gibi diğerleri de şiiri başka sanatlarla mukayese etmek zorunda kalmıştı. Bizde Yaşar Nabi, zanaatla karşılaştırarak şiirin “farklılığı, kendine haslığı, benliği” konusunda ilginç bir tutum sergilemişti. Hâl böyleyken kaosun hüküm sürdüğü, tecessüsün tabiri caizse din haline dönüştüğü günümüzde derdimiz neden şiirin yalnızca şiir olarak konuşulmasını arzu etmektir? Yanıtlayalım, bir örnekle: sevdiğiniz bir politikacının meydanlarda sevmediğiniz bir şairin kötü bir şiirini okuduğunu yahut sevmediğiniz bir politikacının meydanlarda sevdiğiniz bir şairin sıkı bir şiirini okuduğunu hayal edin. Birincisi benliğin şiirinin konusu, ikincisi ise şiirin benliğinin konusudur. İkisi arasındaki tercih sizin duygularınızla ilgilidir ancak iyi bir şiir, kendi benliğini koruyarak tüm benlikleri fethedecektir.
Pekala, yukarda zikredilen iddia(lar) neden gereklidir, savunmaya gayret edelim. Öncelikle kendi dilinin imkânlarını zorlayan şiir bana göre kutsal metindir. Örneğin, Dede Korkut’tan aldığımız tat, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde farklı farklı olsa da bakidir, süreğendir. Bunun içindir ki benlik, dil ile yoğrulurken edebi dimağlarımızda bir lezzeti vaat etmelidir şiir. Bu vaadi yerine getiren sanat eseri yoktur ki unutulmasın. Yahya Kemal’i tarihe kitapsız bir şair olarak geçiren etmen de budur, Faruk Nafiz’i tazimle anmamızı sağlayan etmen de. Tanpınar gerçek şairi ararken, musiki kaidelerine muhtaç olmadan teganni eden şiirin müellifini işaret ediyordu. İşte ölçüt budur. Terry Eagleton; “Deneyim, onu tanımlayabileceğim bir dilin terimleri çerçevesinde oluşmasaydı, bir deneyimim olamazdı,” diyor. Biz kaosun ikliminde estetikten, deneyimden ve de en ciddisi şiirden uzaklaşan Türkçenin yeniden terennümü ülküsünü taşımalıyız. Hamasetten soyutlanmış, berrak, duru ve bir o kadar tesirli şiir dilinden bahsediyorum. İşte bu noktada şiiri tek başına bırakıp, onu benliğine kavuşturup sonra kendi benliğimizle kucaklaştırmamız icap ediyor. Belki bir Yunus olamayız ama -bu kısmı şairi, şiirini övmek için söylemiyorum, fakat bu tür telmihleri benliğin farkındalığı açısından önemsiyorum- Türkçenin sütdişleriyle gök ekinini ne güzel biçtiğinin farkında olan Cemal Süreya olabiliriz.
Metamodern çağda şiirin arketiplerini yeniden keşfetmeye gerek yok. Ancak Garip Şiiri gibi, 1950 Kuşağı veya 1980 Sonrası gibi şiire ilişkin deneyimlerin –en azından disiplinli vaziyette- tezahür etmesi gerektiğini düşünüyor, hatta düşlüyorum. Şiirin okulu neresidir? Orayı bulduğumuzda karşılaşacağımız ilk şey kendi benliğimizdir.
Comments