Sigarasından son bir derin nefes aldı. Titreyen ince parmakları ile izmariti küllüğe bıraktı, küllüğün dibindeki suya bırakılan izmarit şöyle bir “cız” ediverdi. Son zamanlardaki en büyük keyfi bu cızıltıyı dinlemekti. Güneş henüz yükselmemiş, sabah serinliği yerini öğle sıcağına bırakmamıştı. Bahçedeki cennet hurması ağacına şöyle bir göz gezdirdi. Kiraz bu sene kendisinden bekleneni yerine getirememiş ise de hurmadan gayet memnundu.
Çamlıcalı Faik Bey’in fazlası ile sıradan fazlası ile tekdüze yaşamının bu son günleri, bu ufak köşkte, muallim kirazı, cennet hurması, vişne, yaban inciri, ekmek ayvası ve karadut ağaçlarının arasında, kâh asma yapraklarıyla sarılı kameriyede, kâh sarmaşıklarla kaplı cumbada sigarasını tüttürerek, ayda bir uğradığı sahaftan aldığı kitapları okuyarak bazen de gençliğinde topladığı makaraları, plakları, kasetleri dinleyerek geçmekteydi. Kimsesiz değildi, ancak kimse ile anlaşamazdı. Yeğenleri bayramdan bayrama bu yalnız ihtiyarın elini öpmeye gelir, onun şişe-dibi gözlüğünün üzerinden bakarak kendileri hakkında söylediği olumsuz sözlere, ağır eleştirilerine tahammül gösterirlerdi.
Çamlıcalı Faik Bey’in fevkalade sıkıcı fevkalâde sıradan günü, bahçenin geniş kapısından geçip evin önüne frenleyen otomobilin sesi ile bölündü. Perdeyi araladığında yeğenleri Mesud ve Ali Faik’in arabadan indiğini gördü. “Batasıcalar kim bilir neye geldiler, hayırlı iş olsa bunlar gelmez, hasbünallah…” diye söylene söylene sofaya indi. Kapıya varmadan Ali Faik’in sesini duydu;
-Amca, Amca!-Amcan kadar başına taş düşsün inşallah miskin meymenet.
Kapı aralandı. Arabadan henüz inmekte olan Mesûd, son gördüğünden bu yana amcasını iyiden iyiye zayıflamış gördü. Kemikli burnunun altında düzgünce kıvrılmış bıyıkları, kulak memesine kadar düşmüş kır saçları, çökük avurtları ve iri elmacık kemikleri ile “amcabey” karikatürlük bir tipti. Onu bayram günleri giyindiği siyah üzerine beyaz ince çizgili takımı ile görmeye alışmıştı. Oysa şimdi büsbütün ev hali ile kapıyı açmıştı. Kahverengi röbdeşambrının içinde pespaye bir pijama takımı vardı, bu harabat görüntüyü başına geçirdiği siyah uyku takkesi tamamlamaktaydı. Amcasına gülmemek için dudaklarını ısırarak arabadan indi.
-Amcabey, yeni mi uyandın, rahatsız etmedik inşallah.-Ben sizin gibi serseri miyim ulen, fecr-i sâdıkta uyandım.-Tamam be amcabey, hemen başlama Allah aşkına. Bak sana müjde getirdik.-Sizden hayır haber ha, kıyamet alâmeti!-Misafiri böyle mi ağırlıyorsun amca, eski köye yeni âdet mi?-Çingene karısı gibi kapı ağzında konuşulmaz girin içeri.
Önde “Faik Beyamca”, arkasında adaşı, onun da arkasında Mesud olduğu halde içeri girdiler. Eski sofanın ortasında oymalı bir ceviz masa, köşede yine cevizden bir büfe, duvarda da “zerendûd” bir levhâ dikkati çeken ilk şeylerdi. Faik Bey, sandalyelerden birini güçlükle çekti, üzerine yıkılırcasına oturdu. Yerlerine geçmekte olan yeğenlerini şöyle bir süzdü. Ali Faik ince uzun boylu bir çocuktu, pek kabul etmese de kendisine benziyordu. Mesud ise alnı açık, saçları dökük tıknaz bir adamdı. “Bu bizim tarafa benzememiş, tıpkı mendebur anası.” diye düşündü. Mesud gevrek bir gülüşle lafa atıldı.
- E, amcabey, Gül abla yok mu?
-Gül ablan memleketine gitmiş, köylü milleti işte, her sene on gün yok piyasada, neymiş efendim Çankırı’da kocasının akrabaları varmış, onlar bir defa olsun gelirler mi buraya, gelmezler, illâki bizimki toplayacak pılı pırtıyı oraya gidecek. Neyse Allah kimseye mühtâc etmesin, idâre-i maslahat ediyoruz.
-Var mı bir ihtiyacın?-Diyojen diye biri var hiç duydun mu evlâdım.-Anlamadım amca.-Anlasan şaşardım evlâdım.
Ali Faik, ağabeyine bıyık altından gülerek amcasına döndü;
-Amca bu sene meyve çok mu?-Ne bileyim, Gül geliyor toplayıp gidiyor. Herhâlde çok. Ama Muallim kirazı pek az geldi bu sene. Hem bana dokanıyor.
Bir müddet sessizlik oldu. O sırada Amcabey cebinden tabakasını çıkardı, sigarasını gül ağacı ağızlığa yerleştirdi, bir müddet çakmak arandı, bulunca da sigarayı körükleye körükleye yaktı. Sessizliği bozmaya Mesud yeltendi.
-Amca, bu ev dökülüyor ya hu.-Dökülüyorsa bana dökülüyor, sana ne, sen apartman dairesine alışkınsın, bu ahşap evler böyledir. Bunca köşk neden yıkıldı sanıyorsun, tâdilâtı yeniden yapmasından zordur bunların. En son on sene evvel şöyle bir kabasını aldırdım. Şimdi tâkatim yok usta telâşı ile uğraşmaya. Amele tayfası, ne usul ne erkân bilirler. Hem ben öyle uzun boylu yaşayacak değilim, bu ev beni idâre eder. Yeğenler bir ağızdan, âdet yerini bulsun diye;-Allah ömürler versin amcacığım, dediler.-Verdi yahu yeter, yaşımız doksana baliğ. Bak babanız, benden yirmi yaş küçüktü, erkencecik göçtü gitti. Çok da titizlenirdi sıhhatine, ben şu tütün merakımla 90’ı buldum. El mukadder lâ yugayyer vesselâm.
Mesud, lafın uzayacağını anlayınca Ali Faik’i dürttü.
-Amca Allah ömürler versin ama bu yaşında biraz rahat yüzü görmek ister insan. Bu köşk kışın ısınmaz, rutubeti bitmez. Sen burada perişan olacaksın diye korkuyoruz. Mesud abimin bir arkadaşı müteahhit, geçenlerde buradan geçerken senin bu köşkü görmüşler, bağı bahçesi ile kocaman arazi, buraya güzel bir inşaat yapalım diyorlar.
İhtiyarın gözleri büyüdü. Ağızlığı küllüğe yasladı, masanın üzerine doğru eğildi. Eliyle kulağını daha iyi duymak istermiş gibi tuttu. Mesud amcasının konuya gösterdiği ilgiden memnun lafa girdi.
-Amca biliyorum sen burayı bırakmazsın, dedemizin atamızın hatırası var, biz de düşündük dedik ki, bu sitenin adı Hacıemirzâde sitesi olsun. Hatıraları burada yaşasın, hatta Çamlıcalı Faik Bey sitesi bile olabilir. Arkadaşım yüzde altmışla girecek işe, o da köşkün etrafındaki bahçe hürmetine, yoksa bu oran hiçbir yerde yok.
Çamlıcalı, geriye yaslandı, ağızlığını tekrar eline aldı, dumanı gençlerin yüzüne doğru üfürdü.
-Malımı yemek için ölmemi bekleyemediniz mi? Benim mutlak vârisim sizsiniz. Şu bahçede bir gün meyve topladınız mı? Elin köylü karısının eline bakıyoruz. Şu duvarlara baksana sen. Hattın para etmediği zamanda topladım. Ne kıymetli levhalar var, dolu el yazması var evde. Ben bu yaşımda bunları toplayıp nereye gideyim. Olmaz öyle şey.
Ali Fâik, amcasını iknâ etmek için son bir hamle denedi. Amcabeyin Nuh dediğinde peygamber demeyeceği bilinirdi.
-Beykoz’daki apartmandan bir kiracı çıkacak, seni oraya biz taşıyalım, düzgünce toplayalım her şeyi, olmaz mı?-Olmaz Efendim, gönlüm daralır, ufûnet basar. Hastahâneye mi düşeyim?-Peki, amca, ama sen yine de bir düşün. Mesud iyiden iyiye daralmıştı. Sinirlendiğinde keli kızarırdı. Kızardı da.-Amca sen yine de düşün. Sen de dedin, Allah ömür versin de, ölüm hak. Yarın bu fırsatı bulamayız. Ali yarın gelecek tekrar, kararını söylersin.
Mesud, sandalyenin arkasına astığı ceketini parmağına takıp dışarı çıktı. Ali ise önce ayağa kalkıp müsaade istedi, sonra amcasının elini öpüp dışarı seğirtti. Faik Bey arkalarından seslendi;
-Dış kapıyı da kapatın.
Önce gürültülü bir motor sesi, sonra kapanan dış kapının sesi ile köşk yeniden sessizliğe gömüldü. Çamlıcalı, adeti olduğu üzere kendi kendine söylenmeye başladı.
-Bu Ali Faik iyi çocuk, ismi ile müsemmâ, Mesud dürzüsü gibi değil. O ne çalım o ne tafra öyle. Sinirinden keli kızardı itin. Hele bana cevap versin, veremez ki. Tek varlıkları bu köşk ben bilmez miyim? Kenara mal koymuş, adamakıllı iktisat etmiş adam değiller ki. Beykoz’u yediler sıra buraya geldi. Apartman dairesi varmış da beni oraya koyacakmış. Oranın kirası olmasa nah geçinirsin sen. Mesud teresi. Neyse Sivri Fâik, kendini üzme bu kadar. Safasını sür köşkünün, ölür kalırsan bu hıyarağaları yer bu köşkü. Karısı fiştikledi kesin, yoksa beyimiz kalkıp da ayağımıza kadar gelecek değil ya. Yazık o çocuğu da peşine takmış, o da saf. Bana şirinlik gösterecek aklınca. İnnallahe maassabirîn. Sana inad ölmeyeyim de gör Kel Mesud.
Çamlıcalı, ölümü düşünmüyor değildi. Hatta bazı geceler cam kenarındaki divana uzanır ellerini iki yanına bırakır, mezara girdiğini düşünürdü. Dahası bazı sabahlar, “bugün canımı almaz mısın ya Rabbi” diye dua eder, evin odalarını bir bir sanki Azrail’i arar gibi dolaşırdı. Çocukken Azrail’in iyi insanlara sevdikleri bir surette geleceğini duymuştu. Kimi seviyordu ki? Doğrusu çoğu zaman odalarda kimi aradığını bilmeden dolaşıyordu.
Söylene söylene üst kata çıktı, cumbanın kenarına kuruldu, bir sigara daha yaktı. Bahçenin ötesinde parlayan camlara, irili ufaklı evlere baktı, hayallere daldı. Huzuru kaçmıştı bir kere, elini kitaba attı, bir iki sayfa okuduysa da “kafam almıyor” diyip kenara bıraktı. Ayağa kalktı bir plak koydu. Plak, “ teş-i sûzân-ı firkât yaktı cism u cânımı” diyordu. “Bu da şimdi iyiden iyiye sıkacak canımı” deyip plağı kenara kaldırdı. Tırabzanlara tutuna tutuna sofaya indi, masanın üzerindeki küllüğü çöp kovasına boşalttı.
-Ah, kenarın dilberi, köyüne gittin de iyi halt ettin, yerine birini göndermekle olmaz ki bu iş, yeni gelenin neyine itimâd edeceğim, güvenmediğim adamı niye evime sokayım. Morukladın sivri Faik, Mesud’un çalımını görmüyor musun; sıhhatimi düşünüyormuş! Peh. Sen benim bıyığıma balta asacak adam mısın! Islak peştamal gibi sarılır şimdi; yarın gelecekmiş de kararımı verecekmişim. Kovboy filmi mi çeviriyoruz hayvan herif!
Bahçeye çıktı, sabah rüzgârı yüzüne vurunca biraz rahatlar gibi oldu. Kameriye’nin beyaz sandalyelerinden birine iki büklüm oturdu. Çırpı bacaklarının üzerindeki pijamayı kıvırdı. Bacaklarını güneşe doğru uzattı, feri gitmiş bacaklarına, uzamış tırnaklarına onlar yabancı bir nesne imiş gibi baktı. Her nedense aklına Çukurcumalı Aysel diye bir dansözün peşinde koşturduğu gençlik günleri geldi. Eliyle ceplerini yoklayıverdi, tabakadan ağızlığa bir sigara daha koydu.
Sigarası yarılanınca üşüdüğünü hissetti, köşkün içerisine doğru kovuğuna çekilen bir hayvan ürkekliği ile titreye titreye çekildi. Sofadaki ceviz masada bir an duraksadı. Büfenin üzerindeki aynada yansımasını gördü. Bir an kendi kendine gâyet güzel, gâyet sıcak göründü. Her geçen yıl sanki ona başka bir hâlet getiriyordu. Aynadaki aksine doğru yanaştı, neredeyse burnu aynaya değecek gibiydi. Ellerini aynaya yasladı, “Ah canım, canım benim” diye belirli belirsiz inleyerek yere yıkıldı.
Ertesi gün köşke gelen Ali Faik, köşk yerine baştan sona yanmış bir enkazla karşılaştı. Sonradan öğrendiğine göre amcası mühim bir hata yapmış yarısı yanmakta olan sigarasını masanın üzerine bırakmıştı, önce dantel işi masa örtüsü, sonra masa, sonra sofa tutuşmuş, ahşap köşk içindeki el yazmalarıyla, paha biçilmez hatlarla birkaç saat içerisinde hâk ile yeksân olmuştu. Amcabey’in yangından önce rahmet-i Rahmân’a kavuştuğu anlaşıldı. Sonraki gün, naaşı morgtan alınıp mezara, site projesinin imzaları da dosyaya atıldı.
“Çamlıca Hill Unique-Tower” sitesi, Hacıemirzâde Faik Bey’in küllenmiş ceketlerinin üzerinde yükselirken, cennet hurması, muallim kirazı, ekmek ayvası, yaban inciri ve karadut da son nefesini verdi. Bugün bu lüks sitenin kibâr ve şehirli sâkinleri Fâik Bey’in hiçbir zaman sükûn bulmamış ruhunun söylenmelerini, sayıp sövmelerini işitmektedirler. Bu sesleri kâh rüzgâr uğultusuna, kâh sesi haddinden fazla açılmış bir televizyona yorsalar da, onun huzursuz ruhuna kulak verenlerin seher vakitlerinde ayyûka çıkan “Serserîler, mendebûrlar, habennekalar…” şeklindeki bağırış çağırışlarını duymaları işten bile değildir.
Comentarios